25 Haziran 1984’te Paris’teki ölümünden kırk yıl sonra, Michel Foucault’nun bir zamanlar radikal görülen fikirleri, bugün çoğu insan için neredeyse kendiliğinden anlaşılır bir hal aldı. Foucault’nun ahlaki teorilerini “tutarsız” olarak eleştiren Noam Chomsky gibi düşünürler bile artık “söylem”, “iktidar-bilgi”, “biyoiktidar” ve “yönetimsellik” gibi Foucaultcu kavramlarla şekillenmiş bir dünyada yaşıyorlar.
Bugün, “anlatıyı kontrol etme”, “toplumsal yapıları dile getirme” ya da “güç dinamiklerini yönetme” becerisi olmadan kim ayakta kalabilir?
Foucault, dünyayı bu şekilde kavramamıza büyük katkı sağladıktan sonra, yaşamının son yıllarında “benlik” kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Onun ölümünden bu yana geçen yıllar, benliğin arzularının ve zayıflıklarının birer gösteriye dönüştüğü yeni bir çağın, sosyal medyanın yükselişine tanıklık etti. Peki, çevrimiçi ortamda “benliğimizi” tehlikeye mi atıyoruz?
Gerçekten, bir Foucaultcu perspektif, bu çağın karmaşık yapısını anlamamız için bize daha derin bir içgörü sağlayabilir mi?
Gerçeklik Değeri Olan Kurgular: Michel Foucault’nun Düşünce Mirası
Michel Foucault, fikirlerini hiçbir zaman nesnel bir doğruluk iddiasıyla sunmadı. Onları, kendi deyimiyle “gerçeklik değeri olan kurgular” olarak nitelendirdi. “Bir kitabı son söz olarak yazmıyorum,” diye belirtmişti; “Bir kitap yazıyorum ki başka kitaplar da mümkün olsun, ille de benim tarafımdan yazılmasın.”
Foucault’nun kendi ifadelerine göre, onun etkisi hâlâ devam ediyor çünkü eserleri (ve iç içe geçmiş biyografisi), bugünün dünyasında daha geniş bir anlam taşıyor ve yeni söylemlerin önünü açıyor. Modern bir ifadeyle, Foucault’nun düşünceleri “viral” hale gelmiş durumda ve bu nedenle etkilerini sürdürmeye devam ediyor.
Onun tarihsel rastlantısallık fikri, yani her şeyin zamanının sistemleri ve kültürel varsayımlarına bağlı olarak şekillendiği düşüncesi, bugün sosyal bilimlerden kamu söylemine kadar pek çok alanda neredeyse doğal bir kabul görüyor. Bu durum, ironik bir şekilde, Foucault’nun neden delilik, hapishaneler, infazlar, cinsellik ve hatta felsefenin kendisi gibi konular için bu fikri savunduğunu anlamakta zorlanmamıza neden oluyor.
Foucault’nun değişime olan vurgusu, teknolojinin hızla geliştiği çağımızda onun düşüncelerine olan ilgiyi daha da artırdı. 1990’larda üniversitelerdeki “bilim savaşları” sırasında onun eserlerine duyulan saygı da bu ilginin bir parçasıdır. Bu tartışmalar, bilimsel bilginin toplumsal ve kültürel faktörler tarafından ne ölçüde şekillendirildiğini ele alıyordu.
Foucault’nun görelileştirici felsefesi, internetin ana akıma girmesiyle ortaya çıkan toplumsal bağlılık dalgasının ve bununla birlikte ifade özgürlüğü, çevrimiçi haklar ve düzenlemeler gibi konulardaki tartışmaların temelini oluşturdu. Ancak, bu meselelerin hiçbirine dair Foucault’nun kesin bir çözüm önerisi olmadığını da hatırlamak gerekir.
Biz Kimiz?
Filozof Todd May, Michel Foucault’nun eserlerini şekillendiren temel sorunun “Biz kimiz?” olduğunu öne sürer. Foucault, son derslerinden birinde çalışmalarını şu sözlerle özetlemiştir:
“25 yılı aşkın süredir hedefim, kültürümüzde insanların kendileri hakkında bilgi edinme yollarının tarihini çizmek oldu.”
Foucault’ya göre bilgi, yalnızca bildiklerimizden ibaret değildir; bilgi aynı zamanda kim olduğumuzu belirler. Bilgi, yalnızca entelektüel kapasitemizi değil, aynı zamanda ahlaki ve ruhsal yönlerimizi de tanımlar. Bir şeyi bilip ardından tamamen farklı biri olmamız mümkün değildir, çünkü Foucault’nun “benliği” bilgiyle yazılmıştır; tarafsız veya renksiz değildir.
Bu fikrin günümüzde hâlâ güçlü bir şekilde yankı bulduğuna şüphe yok. Bilgili ve güçlü bir benlik, modern dünyada belki de en çok arzulanan şeylerden biri haline geldi.
Özellikle çevrimiçi dünyada “benliğin” küratörlüğü, bir saplantıya dönüşerek kitlesel bir meşguliyet alanına evrildi. Artık rekabet eden benliklerden oluşan bir “ilgi ekonomisi” içinde yaşıyoruz. Beğeniler, yorumlar ve tepkiler, statü göstergeleri hâline geldi ve birçok durumda doğrudan maddi karşılıkları da bulunuyor.
Peki, Foucault, sosyal medyanın bu rekabetçi ortamında kendimize nasıl yaklaşmamız gerektiğini bize nasıl anlatırdı? Kesin reçeteler sunması muhtemel değildi, ancak muhtemelen dikkate almamız gereken üç temel noktaya işaret ederdi.
Foucault’nun Perspektifinden Sosyal Medyada Benlik ve Kimlik
1. Gücün Doğasını Derinlemesine Anlamak
Foucault, bilgi ve gücün birbirinden ayrılamaz olduğunu savunuyordu. Ona göre sosyal medya (ve artık yapay zeka) bu ilişkiyi çarpıcı bir şekilde sergiliyor. Bilgi yoluyla güçlü olabileceğimiz ve başkaları üzerinde bir üstünlük kurabileceğimiz yanılsamasını yaratıyorlar.
Bilgi ve güç, sürekli olarak içimizde dolaşıp benliğimizi şekillendirir. Her yeni bilgi edindiğimizde, kendimizi bir nebze değiştiririz. Ne yapabileceğimiz, neyin mantıklı olduğu ya da neyin önemli olduğu konusundaki algılarımız farklılaşır.
Bugün bilginin en belirgin özelliği ise kolay erişilebilir ve “ucuz” olmasıdır. Çoğu insan, bilginin her zaman elinin altında olduğunu düşünür. Belki de bu yüzden sosyal medyada yiyecek fotoğrafları paylaşmak gibi eylemler yaygınlaşmıştır. Bu, bilgi-güç projeksiyonunun bir türüdür, ancak zayıf bir yansıma olarak değerlendirilebilir.
Günümüzde güç, bilgiye sahip olmaktan ziyade onu kullanma ve manipüle etme yeteneğine kaymıştır. Bu nedenle, görselleri ve metinleri seçmek ve düzenlemek için algoritmalar incelemeye alınır: Daha saf bir dikkat çekme stratejisi oluşturmak için.
Sosyal medyada nasıl vakit geçirdiğimizi sorgulamak bu ilişkinin doğasını anlamak için kritik bir başlangıç noktasıdır. Kendimize şu soruyu sorabiliriz: Zamanımı buna harcarsam, kim oluyorum? Bu sorunun cevabı, güç dinamiklerinin doğasını anlamamıza katkı sağlar.
2. Gözetim ve Öz-Gözetimin Farkında Olmak
Foucault’nun, Jeremy Bentham’ın panoptikon tasarımı hakkındaki analizleri, modern sosyal medya ile doğrudan ilişkilendirilebilir. Foucault, modern toplumlarda bireylerin izlendiğini varsayarak davranışlarını düzenlediğini, bu hissin zamanla içselleştirildiğini ve bireylerin öz-gözetim uygulamalarına başladığını ileri sürmüştür.
Sosyal medyada da bu durum barizdir. Paylaşımlarımızı, yorumlarımızı ve etkileşimlerimizi başkalarının görebileceği bilinciyle şekillendiririz. Ancak bu sadece çevrimiçi platformlarla sınırlı kalmaz. Kaçımız gerçek hayatta iyi bir selfie arka planı bulmak için dolaşmıyoruz?
Bu tür bir davranış, özgün ve itaatsiz bir benlik mi yaratır, yoksa bizi uysallaştırır mı? Bu sorunun yanıtı, sosyal medyanın bireyler üzerindeki etkisini daha net anlamamıza yardımcı olabilir.
3. Hazır Kimliklere Karşı Duyarlı Olmak
Foucault, biyografiyi bir insanı sabit bir özneye dönüştürme ve onu genel kabul görmüş bir anlayışa hapsetme çabası olarak görüyordu. Bu yaklaşımı, günümüzde sosyal medyada da gözlemlemek mümkündür. Facebook, Instagram veya LinkedIn gibi platformlarda yer almayan bireyler giderek daha “tuhaf” olarak değerlendiriliyor. Anonimlik, hatta güvensiz ve ahlaksız bir tercih gibi algılanabiliyor.
Sosyal medya, sık sık önceden hazırlanmış kimlikler sunar: başarının, çekiciliğin ve mutluluğun idealize edilmiş versiyonları. Avatarlar, etkileyiciler, reklamlar ve algoritmalar bu fantezinin araçlarıdır. Ancak bu idealize edilmiş kimlikler, gerçekçi olmayan beklentiler yaratır ve bireyleri benliklerini olumsuz etkileyebilecek standartlara uymaya zorlar.
Foucault, fikirleri serbest bırakmanın ve onları artık kendimizle özdeşleştirmemenin önemine vurgu yapmıştır. Bu, sosyal medyadan tamamen vazgeçmek anlamına gelebilir ya da çevrimiçi dünyayı kimlik deneyimi için bir alan olarak görmek anlamına gelebilir. Ancak kesinlikle, yaratılmış hiçbir kimliğe aşırı derecede bağlanmamak gerektiğini ifade eder.
Foucault’nun Felsefesi: Kendini Kanıtlayan Bir Yaklaşım
Foucault’nun felsefesi, düşüncenin sistematik ama aynı zamanda sınırlı bir yapı olduğunu savunur. Bu basit ancak derinlikli fikir, çağdaş dünyadaki çelişkili gerçeklik açıklamalarını anlamada önemli bir anahtar sunar.
Foucault, Aydınlanma ile karmaşık bir ilişki içindeydi. Aydınlanma’nın sorgulayıcı ruhuna hayranlık duymakla birlikte, onun indirgeyici ve kurallara bağlı akıl anlayışını eleştiriyordu. Aydınlanma’nın “insan” kavramını, incelenmeye değer bir konu olarak icat ettiğini ve bu kavramın bazen örtük, hatta uğursuz amaçlar için kullanıldığını iddia ediyordu.
Bu yaklaşımlarıyla, Foucault’nun erken dönem eseri Bilginin Arkeolojisi ilk bakışta kafa karıştırıcı gelebilir. Üslubu, okuyucuyu betimlemelerle derin düşüncelere çekerken, kesin yargılardan ve net sonuçlardan kaçınır. Mantığa sıkı sıkıya bağlı bir çizgide ilerlemek yerine, okuyucuyu kendi sonuçlarına varmaya teşvik eder.
Bu tarzın kısmen Fransız akademik yazım biçiminin bir yansıması olduğu düşünülebilir. Ancak aynı zamanda, Foucault’nun özgün yönteminin temel bir unsuru olduğu da açıktır. Yazıları, okuyucuyu dışlamadan ya da sabit bir bakış açısına hapsetmeden, farklı perspektiflerden düşünmeye davet eder.
Görecelilikten Evrenselliğe
Foucault’nun çalışmasının belirsizliği ve zorlayıcılığı, onun felsefesini “bir kusur değil, bir özellik” haline getirmiştir. Bu özellik, Foucault’yu birçok akademik ve entelektüel tartışmada vazgeçilmez bir kaynak haline getirir. Her şeyin göreceli olduğunu savunanlar, genellikle kendi mutlak fikirleriyle çelişmek pahasına bile olsa, Foucault’ya geri dönerler.
Noam Chomsky gibi eleştirmenler, Foucault’nun fikirlerinin yeterince tutarlı olmadığını ve bu yüzden yanlışlanamaz olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak bu durum, Foucault’nun etkisini azaltmamış, aksine artırmıştır. Foucault, çağdaş felsefede benzersiz bir yere sahiptir; çünkü fikirleri, akademik çevrelerin ötesine geçerek geniş bir sosyal alanda yankı bulur.
21. Yüzyıl İçin Viral Bir Felsefe
Foucault’nun en dikkat çekici başarılarından biri, toplumsal olarak kendini kanıtlayan, adeta “viral” bir felsefe geliştirmiş olmasıdır. Bu felsefe, bireyleri kendi düşüncelerini sorgulamaya ve yeni sonuçlara ulaşmaya teşvik eder. Onun çalışmaları, tek bir referans çerçevesine bağlı kalmadan birçok farklı bağlamda kullanılabilir ve bu da onu 21. yüzyıl için güçlü bir entelektüel araç haline getirir.
Foucault’nun felsefesi, kesin doğru ya da yanlış kavramlarının ötesine geçerek bir değer yaratır. Belki de onun asıl dehası, yalnızca bir düşünce sistemi inşa etmek değil, bu sistemi herkesin kendi bakış açısıyla yeniden keşfetmesine olanak tanımaktır.