Zekâyı kutlayalım, ama ona tapmadan. Teknolojiyi kullanalım, ama onun kölesi olmadan.
Transhümanizm ve günümüzün teknolojik gelişmeleri arasında kurduğunuz bağlantılar hem tarihsel hem de spekülatif açıdan önemli ve düşündürücü. El Cezeri ve Çin Han Hanedanlığı’ndan gelen otomatlar gibi geçmişin büyük icatları, günümüzdeki transhümanist yaklaşımlar ve teknoloji ile nasıl paralellik gösteriyor diye düşündüğümüzde, insanın tarih boyunca işini kolaylaştırma, sınırlarını zorlama ve doğayı aşma çabalarının uzun bir süredir var olduğu sonucuna varıyoruz.
Bu perspektifte, modern transhümanist girişimler sadece aklı ve bedeni geliştirme amacını değil, aynı zamanda insanın ölümsüzlüğe duyduğu özlemi ve varoluşun sınırlarını genişletme arzusunu da içeriyor.
Elbette, bu süreç yalnızca teknolojik bir ilerleme değil; etik, felsefi ve sosyolojik boyutları da içine alan çok katmanlı bir tartışma.
Transhümanizmin bu kadar dikkat çekici olmasının nedeni, insanın zekaya ve ilerlemeye duyduğu hayranlıkla, bu sürecin getireceği potansiyel tehlikeler arasındaki ince çizgide gezinmesidir. Bir yandan bedensel engelliler için biyonik organlar gibi iyileştirici ve destekleyici teknolojiler umut veriyor, diğer yandan insan doğasının bu denli müdahaleye açık hale gelmesi, etik ve felsefi soruları da beraberinde getiriyor: İnsanın özü nedir? Bu öz, teknoloji ile ne kadar değiştirilebilir veya aşılabilir?
Kaldı ki, bu teknolojik hamlelerin kimler tarafından, hangi amaçlarla ve ne tür bir finansmanla yönlendirildiği de kaygı verici olabilir.
Bu konuların etrafında dolaşırken, transhümanizmin, evrimin doğal akışını hızlandırdığı ve hatta ondan sapmalar yarattığı fikri oldukça yaygın. İnsan, evrimiyle tanrısal bir varlığa dönüştürülüyor gibi; bir inanç biçimi, zekanın ve ilerlemenin yüceltilmesiyle şekillenmiş bir modern tapınma. Ancak burada, insanın insanlığını kaybetme riski de var.
Sizce, bu ilerlemelerle birlikte insan “olmanın” anlamı nasıl dönüşecek?